7/20/11

dünyanın işi

dünyanın en güzel işi
seç bakalım bir çiçek
ne renk olsun
maviş mi

dünyanın en tatlı işi
ye bakalım bir kek
neli olsun
meyveli mi

dünyanın en hızlı yarışı olsun
çıplak ayakla koşmak
ayakkabıcıya

bir mendil olsun cebinde
dünyanın en acemi halayı için

boşver dert etme
olmazsa olmasın hiçbiri

yine de

dünyanın en keyifli işi
sevildiğinde
evlenmek
sevdiğinle


20 temmuz 2010
bratislava

5/15/10

otuzüç

hadi ikile bakalım dostum
akıp gidiyor hayat
bir dere gibi şırıl şırıl

uzun uzun yaşa anı
aceleye gerek yok
kısa kısa at adımlarını
tadını çıkara çıkara

hadi ikile bakalım dostum
bak usul usul gülümsüyor sana güneş
nasıl mavi gökyüzü
kaçırma bu fırsatı
yaşa doya doya
sakin

bak o sevecen iki göze
bak derinlere
aşkla muhabetle

içine çek zamanı
ısıt kalbini
dinle tenini
kedi gibi gerin sonra
mırıl mırıl

hadi ikile bakalım dostum
Mersin zamanıdır şimdi
hazır mısın sayıyorum
bir ikiiii..
üç üç..


bratislava
15 Mayıs 2010

4/13/10

all same

are these miles a set
if we are under the same sky

is it problem that we don`t see each other
if same sun is heating our bodies

it is possible to see the same dream
if same moon is lightening our nights

same air we are breathing
that keeps us alive

same feelings we share
connecting us

I,
same as you
You,
same as me
if we share same love

all same..


13th April 2010
Bratislava

2/3/10

binbir

binler yerine
bir yeter

bin kere bakma bana
bir kez görsen yeter

bin kere dokunma
bir dokunuş yeter

bin kere sevme beni
bir aşk yeter

bu yoldur beni
sana getirecek
altın saçlarının arasından
gökyüzündeki elmasların arasına

bir kere söyleyeceğim sana
bin kez duy yeter..


03 şubat 2010

2/1/10

katastrof

kar yağıyor
yeryüzünden göğe doğru..

herbir kar tanesi
tutunup güneş ışınlarına teker teker
sallanıyorlar boşlukta
dallarda oynaşan maymunlar gibi

bir çiçek fışkırıyor bulutların arasından
yapraklarını uzatmış yeryüzüne
ulaşmaya çalışıyor toprağa
bir damla fazladan su için..

birileri bir şarkı söylüyor
uzaklarda
belki de bir siren bu
kafamın içinde..

balıklar uçuyor
kuşlar denizde

bir katastrof yaşanıyor
dünyanın dengesinde

benim dengem yerinde
içim sakin
ruhum huzur dolu


01 şubat 2010

1/31/10

küsme bana

küsme bana..
ben bilirim ordasın
kollarını iki yana açmış,
beklersin gelmemi,
göğsünde
bir vapurun güvertesinde
demli bir çay eşliğinde
martıların çığlıklarıyla..

avucunda bir yer vardır bana,
bir kadeh rakı
bir çupra, iki dilim peynir.
bilirim küsmezsin..

lalelerin vardır benim için
tertemiz boğaz havan
esirgemezsin benden
ne kadar da kızsan
gel yine de dersin.
bilirim..

dost sohbetlerinin doldurduğu
alkol buğusunda
sigara dumanında
hiç uyumayan gecelerin vardır..

daha çekilmemiş karelerin
peşinde koşacağım ışığın
dans edeceğim sokakların
vardır bir parça, hep benim için..
bilirim..

sen de bilirsin sevgilim,
İstanbul'um,
içimde doldurulamaz kocaman bir yerin vardır..
bilirsin.. küsemem sana..


31 ocak 2010

1/6/10

my angel

i just loose myself at the wings of an angel,
angel who is a little bit fatty
but swinging on her legs
to be seem so funny..

she is so private
to smell the flavour of love,
loosing herself in the smoke
that can make her crazy..
crazy of thinking of life
living in a crazy way of a big lie..

open your heart if u can,
i am ready to enter the secret gardens.
i know that they are better than babylon
i open my eyes for scan
i loose myself in big game
where i can find the passion
let me to sleep on them..

they are the knees who lead me to the end..
they are the magic hands
healing..
magical monuments of a feeling
flying..
as wings of a bird
who fell in love with a fish...

what is left behind?
after these english words from a turkish guy..
only to feel the warmness of lips,
that can kill him,
or let him live forever
and let him be alive...

i am the love,
that you can accept into you..
i am the flavour of a smell,
you can breathe all time..

i am simple
so much
i am normal
so much
i am drunk
so much
i am in love
so much..

so much that i am afraid to loose you..



06 jan 2010

12/23/09

çarpışma

son sürat gidiyorum otobanda
çarpmanın rüzgarını yüzümde hissetmek için,
o tatlı serinliği,
yükselen adrenalini,
ve kan tadını..
sürüyorum son sürat..

arka arkaya kafaya dikilen kadehler gibi
ilk görüşte aşk gibi
boğazda, vapurda rüzgarın yüzünü yalaması gibi
bir aşk şarkısı
bir içten şiir gibi
çarptı bana

gidişin..

çarptı koca bir kamyonun çarpması gibi..

mezarımı görmek korkuttu beni
ateşböceklerinin aydınlattığı gecede..

gece çarptı..
gün ışığı çarptı..
çarpışma hissedilmedi..

aldatmak kendini ne mümkün,
bir dansın içine gizlenmek,
şarkılar söylemek
namümkün
şiirler ise en büyük yalancı..

çarpışırım
ama söz veremem ki:

acaba ölür müyüm?



23 aralık 2009

11/24/09

gökkuşağı

beraber yedik bir dut yaprağını
küçük küçük
kimi zaman zevkle, aynı uçtan
kimi zaman kırıldık, farklı kenarları kemirdik,
sırtımız dönük
ama kin tutmadım kırgın anlarımızda bile
oysa ki kinciyim ben diğerlerine karşı.


sabit fikirliydim
ta ki sen değişik tattaki yaprakları gösterene kadar
öğrendim
konu sensen, sabit kalamaz hiçbir denge


şimdi söz veremez kimse
söz devri bitti
değişim başladı
kimse durduramaz..


kozanı bile örmedin ki daha
çıkıp kelebek olasın
oysa kendini öyle sanıyorsun
uçan minik bir tırtılken


başka daldayım diye kızıyorsun bana,
sen göndermiştin beni bu dala..
çağırdığında gelmedim çünkü
uçan tırtıldın sendin
senin gelmeni bekledim;
ben çağırmadan,
ben red etsem bile..


"umutsuz yaşanmıyor" demişti
bir serçe,
ben umudumu kaybetmedim ki
sadece kozamı örerken
senin dalını seçmedim
ve
söz veremem senin dalına döneceğime
sen nasıl ki söz veremezsen o dalda hep
beni bekleyeceğine.


sabırla beklemeli zamanı,
işlemeli kozayı
kelebek olursak bir gün elbet
ve
bulursak birbirimizin yolunu
birlikte uçarız göklerde
yine
bir günlüğüne bile olsa..
ipekse sonumuz
-kaynamış sularda-
belki an gelir
ipekten bir gökkuşağı dokuruz..



24 kasım 2009

11/10/09

biliyor musun

biliyor musun?
bilmiyorum..

seni ne kadar sevdiğimi biliyor musun?
bilmiyorum..

dönmek istediğimi biliyor musun?
bilmiyorum..

seni ne kadar sevdiğimi biliyor musun?
bilmiyorum..

beni kırdığını biliyor musun?
bilmiyorum..

gıcıklık yaptığını biliyor musun?
bilmiyorum..

her şey mümkün biliyor musun?
bilmiyorum..

biliyor musun?
öğretsene..



10 kasım 2009

11/7/09

yabancının şehri

kendi şehrimde bir yabancıyım bugün
otel odasına sıkışıp kalmış
bir arapsaçı, çöz çözebilirsen

defalarca uzanıyor elim telefona
alo demek istiyor ağzım
sesini özledi kulaklarım
bir kez daha görmek istiyor gözlerim
ama kalbim korkuyor, dayanamam diyor

sokakları değişmiş bu şehrin
yabancısın sen burada
diye bağırıyorlar bana
kaçmak istiyor ayaklarım
kalbim izin vermiyor, kal diyor

gereksiz burada olmam
istemiyor bu şehir beni
gereksizlik kipinde zaman geçiriyorum
evsiz..
sensiz..
sessiz..

oysa bir dilim elma ve bir bardak su için gelmiştim
şimdi mayhoş dilim
kalbim susuz..


08 kasım 2009

10/29/09

kaçış

o kadar söylememe rağmen
bırakmıyor peşimi
gölgem beni takip ediyor.

kulaklıklarımı taktım
ama bir lal gürültüsüyle
beni rahatsız ediyor.
anlasana
değer mi hiç
son elveda diyor.

lal ne dediğini duymuyor.

ben de duymamak için
gömüyorum kendimi toprağa,
başımı çıkardığımda
hiç bir şey değişmiyor.

lal bağıra çağıra konuşuyor
parmaklarıyla elleriyle.
gölgem kaybolmuş karanlıkta.
bense yine bir trende.



29 Ekim 09

10/25/09

kapı

kapıyı çalmana gerek yok
kapanmadı ki hiç

sız aralıktan içeri

bekleme benim karşılamamı
seni çağırmamı

süzül odama

seslenme öyle kapıdan
tereddüt etmene gerek yok
sen istemedikçe kapanmaz bu kapı..

gel otur yanıma
bu sefer, sen tut elimi
okşa saçlarımı
güvenmemi sağla, ölesiye,
yine, eskisi gibi
sev beni

çabuk ol
ver kararını
gir içeri..
kapı kapanıyor bak..

sen istemezsen kapanmaz bu kapı..
kapanırsa açılmaz bu kapı..



25 Ekim 09

10/23/09

kedilerim

gözlerine vurulurum kedilerin
o mahsun derin bakışlarına..
güzel kedilerim..

alırım onları koynuma
sakınırım
severim

ya sağırdır benim kedilerim
ya da dilsiz..
ya duymazlar sesimi
ya da dilleri tutulmuş,
söylemezler

o kadar uzun kalırlar ki benle
onlara düğümlenirim..

tüm kedilerim terk eder beni
sanki elmişim gibi

kapıp gönlümü
atlarlar aralık penceremden
başka mekanlara
başka bir kedinin peşinden

suç benimdir aralarken pencereyi
bilirim..
arkalarından haykırmak kalır
artık bir tek bana:
“al gönlümü diyar diyar sürükle”



23 Ekim 09

10/21/09

özledim

çok özledim..

ben de..

şiirlere sığdıramayacağım kadar
çok..

güzel günlerimizi
neşeli anlarımız
sevgimizi
saygımızı..

özledim çok
cümlelerden yaptığımız
masal labirentlerinde
sevinerek kayboluşumuzu..

kelimelerden kurduğumuz
barikatlarla
çepeçevre aşkımızı sarışımızı..

oyunlarımızı,
harfleri
-domino taşları misali-
peşpeşe dizerek
kurduğumuz güvenimizi..

neden hepsi
y ı k ı l d ı



21 Ekim 09
bratislava

10/18/09

yolcu

sığ sulardayım
aklım almıyor derinleri..
tabanımı bile ıslatamayacak kadar sığ

derinlere gidemem büyümedim daha
büyüyemeyecem bir daha
aklım almıyor derinleri..

avcumun içi ile vuruyorum suya,
vuruyorum
dövüyorum suyu
“izin ver gideyim”

çıplak parmaklarım üşüyor..


aksim düşüyor suya,
eğilip alıyorum
ters dönmüş yüzümün yarısı
yarısı düz
içiçe girmiş ağzımla gözlerim

renkler karışmış birbirine,
sarı daha sarı
kırmızı kayıp
mavi suda kalmış
yüzümde renk yok..

sığ sularda yürüyorum.
renksiz
kokusuz
tatsız

sığ sularda boğuluyorum..


18 Ekim 2009

10/16/09

sel

hayat sürüklemez beni
öyle önüne katıp götürmez
beni buralara hiç getirmez
sel olsa duvar olur, dururum önünde

ben seçerim hayatı,
önceliklerimi
ben belirlerim
ve ben sürerim hayatı doludizgin önümde

aldatmaz beni hayat..
ben aldatmadım ki onu.
dürüstlük yatar mayamızda
güven var çamurumuzda..
şeklini ben veririm hayatın..
kimi zaman bir vazo
içinde mayhoş kokan bir çiçek
-ki genzimi yakar-
kimi zaman bir kültablası
içinde “seçmediklerimi” söndürdüğüm.

hayat yön vermez bana..
ben yaşarım bu hayatı
bile bile
isteyerek..

sensiz..

bir başıma..



13 Ekim 2009

umut

umut olsun adı..
hala yeşil varsa dalında,
bakma kurumuş yapraklara..
umut olsun adı.

adı gibi umut dolu..



13 Ekim 2009

çürük

geç otur karşıma
sana uzun uzun anlatacağım..

bak bu ekmeğin üstündeki yeşil pamuğu görüyor musun
küf bu..
bu dilimi ihmal ettim uzun süre
dönüp bakmadım yüzüne
küf, yerleşti benim yerime
minicik canlıların milyon tanesi sahiplendi onu
zararlı mı
antibiyotiktir derler
bilemem..
ama ben artık bu ekmeği yiyemem.

bak bu domatesin de rengi değişmiş, yumuşamış..
ilk geldiğinde canlı kıpkırmızı diri bir domatesti
o zaman da belliydi narin olduğu
unutulmaya gelmeyeceği
ama unuttum..
onu yemek yerine bir sigara içtim,
onu da başka minik canlılara elimle teslim ettim..
çürüdü.
kötü mü
Bilmem, bilemem..
ama ben artık bu domatesi yiyemem

bak bu da başka canlılara teslim edilmiş zamanında
ama özen gösterilmiş
sabırla sevgiyle gözlenmiş
ilgi eksik edilmemiş
rengi, kokusu, tadı hep bilinmiş..
meyveymiş bir zamanlar
üzüm.
şimdi şarap diyoruz ona
iyi mi
bilemem, içerim..
ama ben bu şarapla geçmişi silerim..



11 Ekim 2009

sıfır

onar onar saysam yüz etmez
yüzler çoğalınca bir yüz eksik gelir
ve yüzsüzleşir herşey

onar onar saysam bin eder mi
binsem doru ata gider mi
gitmez geleceğe
geçmişe dönmez

geçmiş yaşananlar
gelecek yaşanacaklarsa
şimdi neden var
bilinmez

biner biner saysam ne eder aklım almaz
o kadar çoka gerek kalmaz
az da yetmez
yetmedi

on geriye gitsem
dokuzların çok olduğu
o yere
silsem sayıları
silinmez

ya da

cebime bir koysam
diğerine sıfır

on eder
bir etmez



7 Ekim 2009

N

kaptanı değilim bu teknenin miçosu bile olamam
yamalı yelkenini ben onaramam
fırtınada kaldı bu tekne
dalgalarla boğuşmaya gücü yok
dümenini ben tutamam

gelen "yeni kaptan"ın gözlerine bakamam

fazlalıkları atmak lazım
beni at, yeni kaptan
ben kimseyi atamam

kayalıklardan gelen sesler
denizkızlarının şarkısı
bu seslere dayanamam

yeniden düzenle tekneni
yolcun hakeder güneşi, geleceği

beni merak etmezsin zaten

ama..
ben yine de söylerim şiirlerimi.

ben de düzenlerim korkma
kelimeleri.. harfleri..
atarım fazla çubuğu M'den
benim de olur tekN'm..


30 Eylül 2009

benim adım

çağırmayın beni gelemem
uzaktayım artık
anmayın adımı

evcil köpeğiniz değilim
çocuğunuz değilim
zamanın ötesindendir sesim

adım imdat değil ki
anmayın adımı

ölmedim ben
tören değil bu benim için
ilahiler okumayın
sesiniz yetişmez bana
benim ki nasıl erişsin uzaklara

yanlış da değilim
doğru da
olasılıklara saklamayın

özlediğiniz zaman anmayın
sevdiğiniz için anmayın
nefretle anmayın
acıyıp da anmayın sakın

tanrı mıyım ben
ayakkabınız vurduğunda
adımı anacağınız

yalnız bırakın..



13 Eylül 09

sazlıklardan havalanan

bizim hiç şarkımız olmadı ki..
zaman zaman yana yana söylediğimiz
şarkılar oldu;
yollara düştüğümüz
başucumuza koyduğumuz..
hiçbirini marş yapmadık
hepsi bizimdi, birbirinden ayırmadık...

masal çocukları olduk
kendi masallarımızı yazdık,
yaşadık.
balıkları çağırıp onlara anlattık,
mavi kutup ayısını davet ettik
küçük yeşil adamlarla..

sevişmelerimiz acemi bir kedininkinden
fazla olmadı
sarıldık, tek kişilik yatak geniş geldi,
yere düştük..

şiirlerin içinde kaybolmadık,
bir R’nin peşine düştük,
çürümüş suyun kokusunu duyduk...

fırçanın kılları arasında dondu boya
bizim hiç resmimiz olmadı..

birbirimizi hapsettik bir karenin içinde
aynı fotoğrafın ışığı olmadık hiç...

aşıktık birbirimize...
kimi zaman az, kimi zaman çok..
bazen bir tango adımını paylaştık
bazen iki ayrı yöne birer adım attık..

hatalarımız oldu elbet...
ama sevdik hep birbirimizi,
saygımız sonsuzdu,
hep sevdik,
sevdik..

bizim hiç şarkımız olmadı ki
dilsizlerin şarkısını kimse duymaz ki



28 temmuz 2009

tango

vücudumdaki tüm noktaları
kalemle birleştirmek istiyorum;
kıl diplerini sivilcelerle
sivilceleri siyah noktalarla..

bütün küçük sinekleri öldürmek istiyorum,
tek bir fiske ile..

en fazla beşe kadar sayabilmeyi istiyorum
bir iki üç..

küçük titreşimlerle sarsılsın bedenim
kanım daha yavaş aksın
kalbim daha hızlı çarpsın istiyorum,
istiyorum ki kafam dursun tüm dünya dönsün
dünya dursun kafam son hızla dönsün..

gözlerim görmesin
kulaklarım duymasın
dilim tatmasın..

ben istemeyeyim artık, hissetmeyeyim
istiyorum
istiyorum ama olmuyor

olmayacak olanı istiyorum..



06 temmuz 2009

tren

klasiktir tren hikayeleri.. herkes aynı şeyi, aynı yol duygusu ile anlatır. çekip gitmek isteğinin buruk bir aşk hikayesi ile birleşmesidir, asla kavuşamayanların hikayesidir. adam trenin camından dışarı bakar. tren tıkır tıkır rayların üzerinde ilerler ki çocuklar gıdı gıdı veya çuf çuf demeyi sever. gökteki bulutlar eşlik eder adama, aralarından sızan ışıkla devamlı şekil değiştirirler. birden bir yüz olur, ihtiyar bir adamın yüzü.. tanrı gülümsüyor bana, benim yanımda diye düşünür adam.. o tanrı sevdiği kadın olur birden, o gülümsemektedir, o yanındadır adamın.. birden bir at olur bulutlar-dört nala koşan, sonra bir denizkızı-ama erkek bir denizkızı.. ironiyi anlayamadan daha tekrar sevdiği kadın gülümser ona, sonra bir yunus, sonra dört yapraklı bir yonca.. sonra tekrar kadın.. adam kitabına geri döner, kendi gibi yalnız bir genç kızın hikayesidir okuduğu, acıklı.. gerçekten yalnız mıyım diye düşünür adam ve etrafına bakar: herkes vagonun diğer yarısında oturmaktadır, adam önce şaşırır sonra anlar ki ters istikamete doğru oturan bir o vardır-neredeyse boş olan vagonda.. birden bir yağmur başlar, camdan damlalar düşerken adamın da gözünden bir iki damla akar.. biletçi kadın gülümseyerek yanından geçer.. o kadar da yalnız değilmiş meğer adam.. biraz uyuklar, kitabı elinde.. rüyasında sevdiği kadını görür, konuşur onunla-“bir eski şarkı”yı söylemektedir Nil Burak fonda.. büyük bir gürültü ile uyanır adam.. önce treni taşlıyorlar sanır sonra anlar ki dolu yağmaya başlamıştır.. trenin düdüğü çalınca gülümser, çocukluğu gelir aklına-ne güzeldi diye düşünür.. kalkar vagonun içinde bir iki adım atar.. trenin düdüğü bir daha çalar, adam bir daha gülümser.. ne garip diye düşünür, istemsizce gülümsedikçe.. yerine oturur, dolu da yağmur da durmuştur, güneş batmadan önce son ışıklarını sunar adama.. güzel olacak günler der adam, her şey güzel olacak.. güneşin de onu terk etmesiyle birlikte karanlık, vagonun camını ayna yapmıştır.. kendi görüntüsü şaşırtır adamı.. görüntü, görmek, ne garip der, bir yanılsama.. gerçek ben, içimdeki bensem eğer bu aynadaki kim der.. tren başka bir trenle karşılaşır.. iki tren de beraber düdüklerini çalar..
adam gülümser.. Nil Burak gözünüz aydın der..
klasiktir tren hikayeleri, hepsi aynı..


17 Temmuz 2009

oda

asfalt silindiri geçti üzerimden
iki tır takip etti onu,
bir uçağa binip kayboldum okyanusta
susuz vazodaki çiçek gibi.

sırasını bekleyen okunmamış kitaptaki cümle oldu sözlerim
bir kedinin geceleri miyavlaması
kadar yalnız kaldı kelimelerim..

kendini bile aydınlatmayacak mum
ışığı gözlerim,
resimsiz bir çerçeve silüetim
ve yapay bir saksıdır bedenim..

gizlediğim ruhum
kornişinden kopan bir perde yüzünden
apaçık ortada şimdi.

tüm TV’lerde gösterilen gece yarısı filmi
sevişmeler
altı yüzlü bir zar
bana düşen hep ayrılık
düşeş ise kurutulmuş çiçek

iki halı
üç koltuk
bir örümcek
odanın içinde yankılanacak sesimi
kimse duymayacak..

tek umudum
gün gelip yıkılacak yana yatmış Pizza kulesi


06 Temmuz 2009

panzehir

an
o An duyduğum Pan flüdü
içimi yakan
mitolojiden kopan bir keçi adam
Panzer gibi gelmekte üstüme
Ezer beni
korkarım

Naz değil yaptığım
bir çeşit büyü bir çeşit Zehir
Ahir ömrümde içeceğim
bir duble Panzehir


15 Aralık 2008

insan

İnsan değil misin işte -ne olacak?
Kelepçeli ellerin diğerlerine, hür olamazsın. Devamlı tetiktesin. Önce yargılar, sonra algılarsın.

Hava durumunu dinlemeden çıkmazsın dışarıya. Yağmurda şemsiyesiz yürüyemezsin. İstediğin an kayıplara karışamazsın, gidemezsin -sorumlulukların var senin. Sevişemezsin ulu orta -böcekler, kediler, kuşlar gibi. Çiçekler gibi toprağın derinliklerine inemezsin. Tüm gün bırakamazsın kendini rüzgarın kollarına -uçamazsın güneşe.

“Aşk nedir?” diye sorarsın kendine. Egon o kadar yüksek ki “Nedensiz sen” diye cevaplarsın kendini.

Oysa çiçeğin, böceğin, hayvanların aşkı öyle mi? Onlara sorsan;

Nedensizsen aşıksın..


01 Ağustos 2000

bu zaman

sıkıldım hayattan
yapacak bir işim yok, yapasım da yok zaten.
çayda erimeye üşenen bir küp şekerken eridim istemeden.

gri bir yağmur bulutu altında eridim
-ben kupkuru, ben kendinde kilitli.
nasıl hapsedebildim kendi kendimi?
bir çıkışı var yollar arasında ama ben öğrenemedim.

kendi labirentimi yaparken duvarları yüksek örmüşüm
kobay olup peyniri harca gömmüşüm.
sızı dişimde, başımda, midemde
kendi cesedimi yine kendim gömmüşüm.


"mışım"ların arasında kayboluşum acıyı sevmemden değil bu sefer..


ısırarak kanatabilirdim parmak uçlarımı eskiden
-şimdi ise korkar oldum kırmızı renkten

kanı acıyla eşleştiren
bir beyin hilesi değil miydi gerçekten?

oysa acılar zarar veremiyor beynime,
öğrendim
sızıların bile bir ilacı var
yemeklerden sonra alınan bir tek draje.


mutluluk oyununu yeniden öğrendim ben
-benden de iyi kimse oynayamaz zaten:


özgürüm artık
özgürüm,
özgürlüğümü geceye haykırır dilim..
gözlerim, özgürlüğümün simgesi
simgelerin hepsini içtim-yemeklerden sonra tek draje.

özgürüm
bir tas su içindeki balık kadar,
özgürüm
"mış"ları "yor" yapabilir ömrüm..


21 Kasım 2000

gece

Gece karanlık. Hava soğuk, rüzgarlı- bulutlar gökyüzünü kaplamış. Martılar yine çığlık çığlığa. Hayat kötü.

Mü? Değil!

Gece karanlıksa yıldızlar parlak olur.
Hava soğuksa bembeyaz kar yağar.
Beyazdır bulutlar ve beyaz, siyah varsa en güzel olur.
Rüzgar uçurur martıları özgürce..

Masallar her daim olacak...


13 Kasım 2002

kolay

Ölmek kolay mı sanıyorsun arkadaşım.

Hiç kolay değil. Önce kendini öldürmelisin içinde. Öyle bir öldürmelisin ki yaşama sevinci bir daha dirilmesin. Sonra sıra bedeninde.

Önce kendine bir yöntem seçmelisin. Hiç bir şey hissetmek istemiyorsan ve de varsa imkanın, silah en iyisidir -bence.
Sesi güzel gelir kulağa -bir defa.
Ama acı çekmekse amacın -ruhunun çektiği acıyı bedenine de tattırmak istersen, ilmeği bir güzel yağla bakalım.
Adrenalin eşittir ölümse, 52 kat yeter sana. Veya gök maviden su maviye kısa bir uçuş -manzaraya da doyum olmaz.

Fakat tatmak istiyorsan gerçek ölümü, zevkini çıkara çıkara, hap almalısın -bence. Yaşarsın normal, biraz daha, biraz hasta, bekleyerek ölümün geleceği zamanı.
Çık dışarı, dolaş, günlük işlerini aksatma, okula git, işe git. ANSIZIN GELECEKTİR ÖLÜM. Bil bunu, yaşa tadını, gör zavallıları, zavallılığını.
Hele bir de 10-12 saat geçtiyse üzerinden, geri dönüşü yoktur. O anda söylesen bile -çoktan öldüğünü- tek yapacakları beklemek, dua etmek. Seyret onları.
Kendin hazırla cenaze törenini.
Gül, ağla -hayatı DOYA DOYA yaşa. Hap temizdir. Otopsi raporun temiz olur, cesedin kansız, ölümün zevkli.
Zaten her türlü adli vakasın, boşver, işkence yapılamaz ya cesede.

Kolay değil arkadaşım ölmek. Ama karar verirsen eğer, beni mutlaka ara.

Ölürken ölme..

17 Haziran 2000

ciğercinin kedisi

küp küp doğrandı ciğeri,
kedinin.. küp küp doğranmış, yüreğim

yalanıyor kapısında kasabın,
kedi.. bir umut bekliyorum, gülen gözlerini

burdayım ben, sev beni, doyur beni dercesine bir miyavlama yükseliyor,
kediden.. ben buradayım, ama yoksun sen. seslensem sesim ulaşır mı sana, bilmem

"sabırlı ol, hepsi senin, mutlu olacaksın" diye sesleniyor kasap,
kediye.. ben beklemedeyim, özlemle

buluşuyor ciğer,
kediyle.. ben beklemedeyim, özlemle,
seni.

kulağımda bir şarkı:
"benim yarim bana küsmüş"

09 Ağustos 2008

aydede

Aydede!
Uyuyor musun? Uyuma!
Bu gece ihtiyacım var sana
Saklanma o bulutun arkasına
Uzat elini n’olursun!
Bir tutam ışık ver bana
Bu gece ihtiyacım var sana

Aydede! Uyuma!

03 Mayıs 2000

olasılık

Belki yine gelirsin. Çıkıp gittiğin gibi gecemden, bir gece geri dönersin.
Belki de gelmezsin

Belki bir şarkı dinlerim, sözlerini bile bilmediğim. Gözlerim dolar belki.
Belki de hiç ağlamam

Belki şemsiyemi yanıma almadan çıkarım yağmura. Sokak lambalarıyla elele uzun bir yürüyüş yaparım. Kavga ederim belki bir sarhoşla. Yediğim yumrukla kanar burnum.
Belki de hiç kanamaz bir daha

Belki telefon ederim -bir dost sesine. Yıllardır görmediğim bir dost olur bu belki, belki hiç tanımadığım rastgele bir numara. Seni ona..
Belki hiç konuşmam, dinlerim

Belki bir şiir okurum ya da yazarım. Belki elimde bir tükenmez kalem belki kurşun -ucu yazmaktan körelmiş. Belki ucunu çakımla açarım. Belki de kaleme kağıda hiç dokunmam.

Belki beklerim seni.
Belki.
Belki de kalkar gelirim, kapıyı açarsın. Belki yüzünü bile göstermeden kovarsın beni. Belki senin de vardır belkilerin

Belki -belki- diye bir şey hiç yoktur

14 Şubat 2000

kuyruk

Yaşıyorsan gel!

Bir uçurtma yapalım seninle-uzun bir kuyruğu olsun
Senin saçların gibi uzun,
gözlerin kadar parlak bir kuyruk

Kuyruğu rüzgar koparsın.

Ölüm değil ya sonu
“Ölmek yenilmek değildir”

Özledim

11 Ocak 2000

dk

Bir cam parçası at ağzına. Çiğne.
Dişlerin parçalasın camı. Cam parçalasın dişlerini. Çiğne.
Doğransın dilin. Yutma sakın -acıma diline. Çiğne.
Dudakların kanasın. Tükür sonra camı, kanla, balgamla.
Tat alma -öpme- dik kuyruğunu. Büyüt gözlerini. Patinden çıkar tırnaklarını. Saldır!MA!
Nefret değil senin işin. Bırak artık, dinleme herkesi.
Miyavlama! Duymasın kimse sesini. Bir parça cam çiğne.
Yat kucağıma, yüreğim ısıtsın seni.
Sensin.

Dilsiz Kedi!

03 Ocak 2000

mavi masal

Merhaba demek için dünyaya bir haftadan kısa bir süre kalmıştı. Herkes merakla bekliyordu. Diğer erkekler babaya yardım ediyorlar -yakaladıkları balıklardan birini de onlara veriyorlardı. Kış uzun ve soğuk, yiyecek azdı. Anne ise iyice ağırlaşmış -koca bir bulutun ağırlığı kadar ağırdı karnındaki yavrusu. Beklenen gün geldi. Anne ayıyı sardı tüm dişi ayılar. Baba korkulu bir bekleyişte. Penguenlerin merakı ise bebeğin cinsiyeti. Annenin acılı çığlıkları arasında gözlerini sonsuz beyazlıklara, soğuk gökyüzüne açtı. Geceydi -daha uzun bir süre de gece kalacak gibiydi. Bebeğin üstüne gecenin mavisi vurdu. Anne haykırdı:

-bebeğimi verin koynuma.
-Isıtayım O’nu, koruyayım gecenin ayazından.

Etraftakiler şaşkındı. İçlerinden biri heyecanlı bir şekilde:

-ayın mavisi vuruyor bebeğin çıplak tenine. Sanki O da mavi.

dedi. Diğeri ise heyecanlı, kekeleyerek:

-galiba bebek mavi

dedi. Bu üç kelime mermere düşen bir cam gibi karanlıkta dağıldı. Erkek ayıların sevinç homurtuları suskunluğa dönüştü. Penguenler meraklı gözlerini daha da açtılar. Anne kucağına aldı bebeğini, sarıldı -mavi minik bir bebekti- çıplak,gözleri yumuk yumuk, pençeleri tırnaksız, korunmasız. Erkeklerden en yaşlı olanı, ailenin başı suskunluğu bozdu:

-bu uğursuzluktur.
-mavi kutup ayısı olmaz. Ay kızdı bize. Gecenin öfkesi yıldızlardan akacak üstümüze. Kıtlık gelecek.

Sonra babaya döndü. Diğer ayılar ürkek sığındılar ailenin başına- kimisi utangaç eğdi başını -buzdan oldu tüm kalpler. Kaşlarını çattı:

-ya bu mavi ayı gidecek, ya da biz.

diye gürledi. Penguenler fırtınadan kaçar gibi tek tek denize atladılar. Baba ise:

-madem öyle biz gideriz.

dedi. Sözlerini tamamlamasından önce anne ayı sırtına aldığı yavrusuyla yollara koyulmuştu. Başka bir söz için vakit harcamadan, baba da gitti ailesinin ardından. Mavi ise bihaber dünyadan. Bildiği tek şey annesinin sıcak tüyleri ile babasının ılık nefesiydi. Kara, buza, soğuğa aldırmadan ilerlediler. Kimi zaman durmak zorunda bıraktı onları yıldızları bile gizleyen hain kar taneleri. Yaşamak için bir kıyıya ulaşmaları gerekiyordu. Yaşayacaklardı çünkü sırtlarında güneşten sıcak bir kalp taşıyorlardı -mavi bir kalp.

Mavi gün geçtikçe güzelleşti. Mavi tüyler sardı bedenini, artık eskisi kadar üşümüyordu kahverengi burnu ve pençeleri buz üstünde kaymadan yürüyebileceği kadar güçlenmişti. Gökyüzü geceyi kovalayıp gündüzü karşılarken bir kıyıya vardılar. Uyku kaçtı bedenlerinden ve güneş buzları öyle bir parlattı ki kamaşan gözlerin ışığa alışması zaman aldı. Buzda kendini gördü Mavi. Önce korktu -diğer ayıların korktuğu gibi. Sonra yaklaşıp iyice baktı kendine -döndü annesine baktı, babasına baktı -onlardan farklıydı. Baba soran gözlere cevap veremedi, anne yaklaşıp burnunu öptü uzun uzun. Farklı olmak öfkelendirdi Mavi'yi -kaçıp gitmek istedi. Annesi Mavi'nin gözlerindeki öfkeyi gördü, yol çizgilerini farketti:

-seni bulduğumuzda tek başına yatıyordun karlar üzerinde. Anneni, babanı çok aradık. Sonra anladık ki baban güneş, annen ay senin. Seni sallarken yıldızların beşiğinde sanırım düşürdüler yeryüzüne. Biz de seni sevdik. Babanla kalplerimizi üstüste koyup seni evlat edindik.
-artık öğrendin gerçekleri. İstediğin zaman yıldızlara geri dönebilirsin.

Babasına baktı Mavi. Babanın gözpınarlarında bir damla buz vardı. O da başını öne salladı -onaylarcasına anneyi. Mavi başını göğe çevirdi. Gökyüzü de O’nun gibiydi -mavi. Babasına;

-güneşim

Annesine;

-ayım. dedi.

-O iki kalbin üstüne benimkini de ekleyin.

Eğer görmek isterseniz Mavi’yi, başınızı mavi gökyüzündeki beyaz yıldızlara çevirin.

30 Kasım 2000

cam şair

Büyük bir homurtu sokağın diğer ucundan başlayarak -arnavut kaldırımı taşlarının üzerinden zıplaya zıplaya gelmektedir. Yalnızca zıplayan bu homurtu değil, ihtiyar bir at, en az at kadar ihtiyar bir adam ve hepsinden de ihtiyar bir at arabası da zıplamakta. Homurtuların kaynağı at mıdır adam mıdır bilinmez -zaten neler söyledikleri de pek anlaşılmaz. Tek görebildiğim atın kendini yerden yere atmasıdır- doğal olarak da araba da ata uyum sağlamaya çalışıyor. Adam ise atı tekrar ayağa kaldırmaya çalışmakta. At, hayatımda gördüğün en inatçı attı. Kendini yerden yere atıyor, dizlerini devamlı kırıyor ve kalkmamaya direniyor -bu hareketleri ise arabanın büyük bir gürültüyle gıcırdamasına yol açmakta. Biraz daha yaklaşınca adamı beyaz melon şapkasından tanıdım. Üstünde beyaz -sanırım beyazlık yıllar sonra yerini griye terk etmiş- bir pantalon ve bir de ceket vardı. Yüzünü göremedim pek ama eminim ki güvelerin delik deşik ettiği fuları boynundadır.

Adamın adı Andre’dir -atınınkini ise bir O bilir. Andre bu sokağın yetiştirdiği en kültürlü insanlardan biriydi, yazardı. Aklına ne gelirse ve o anda elinde ne varsa yazardı. Kireç taşları ile kaldırıma, yaprakların yeşili ile çiçeklerin taçlarına, kalemle kağıda -hatta kağıtla kaleme bile yazardı. Piposunun dumanı ile bir şiir yazdığını iddia edenler vardı -ama ben görmedim. İnsan görmediği şeylere şahitlik eder mi ya da her şahit olduğu şeyi görmüş müdür, ondan da emin değilim. Andre gençliğinin o ilk tadında hep şiirler, aşk şiirleri yazdı. Hiç çalıştığını gören olmamıştı. Melon şapkası, fuları ve piposu ilham kaynağı idi. Yazarken göz bebkleri iyice kısılır, alnındaki damarlar çıkar, soğuk soğuk terler, hiç bir şeyi duymaz, hiç bir yere bakmazdı. Şiiri bitince alnındaki nazar boncuklarını cebinden çıkardığı bembeyaz mendili ile silerdi. Herhalde bir düzine beyaz mendili vardı -yoksa her daim beyaz kalacak bir mendil taşımak mümkün değildir.

Andre de o malum düşmana -zamana- boyun eğdi. Yıllandı, yaşlandı, olgunlaştı -yüzündeki kırışıklıklar arttı ki onlar erkeksiliğin birer imzalarıdır. Kırışıklıklar düşünce yüze, Andre düşmez mi kızların aklına.. Bir genç kız sevdi. Nasıl oldu kimse anlamadı ama evlendi. O kadar mutluydu ki piposundan duman daha kuvvetli çıkar oldu -şiirler de bir o kadar hisli. Şiirlerinin ve genç karısının birleşiminden bir de minik kızı oldu- Anonyme.

Anonyme ile birlikte hayatın rengi de değişmişti. Hüzünlü siyah beyaz fotoğraflar renklenmiş, tüm kelimeler sevgi olmuştu. Anonyme de zamana karşı koymayacaktı tabi. Üç yaşına kadar hızla büyüdü. En büyük oyuncağı babasının melon şapkasıydı -en büyük zevki ise Cam Sokak’ta babası ile yaptığı gezilerdi.

Bu gezilerin bir ilkbahar sabahında Cam sokak sakinlerine süt dağıtan keçi çobanı ile karşılaştılar. Çoban, Anonyme’e kibarca süt isteyip istemediğini sordu -iyi bir centilmen genç bayanlara karşı her zaman naziktir. Anonyme de kibarca başını öne eğerek kabul etti. Bu resim Andre için yeni bir ilham kaynağı olmuştu. Hemen cebinden bir kalem çıkarıp mendiline kelimeleri dökmeye başladı -çoban da büyük bir kavanoza sütü. Anonyme usulca keçilere yaklaştı -hatırlarını sorup biraz sevmek için. İşte o an -en az bu at kadar inatçı- bir keçi huysuzlanarak bir çifte ile küçük Anonyme’i tekmeledi.

Çoban koştu
Andre koştu
O koştu
Bu koştu
Şu koştu
Keçi kaçtı

Yerdeki kırmızı göl, kaldırım taşlarına mı aitti yoksa Anonyme’in bir sünger kadar yumuşak başına mı- kimse bilemedi.

Genç anne için bu acı taşıyabileceğinden fazla idi, kızına kavuştu. Andre ise iki acıya birden dayanamadı.

Andre’yi rahibelerin gözetimine verdiler. Rahibelerin yardımcı olduğu bir çok akıldışı insan vardı. O zamanlar akılsızlığın tek nedeni Tanrı idi -tek çaresi de. Tanrı uygun zamanı beklerken rahibeler de Andre’yi hep sakin tuttular. Bitki ilaçları ile uyuttular. Aşırı heyecan, akıldışılara zararlıydı -kafasına iğneler batırıp heyecanını aldılar. Bu dinlenme döneminde -sonrasında da- Andre yazamaz oldu. O kadar sakinleşti ki konuşamaz oldu. Tamamen sakinleştiğine inandıkları Andre’yi yeni akıldışılara yer açabilmek için sokağa saldılar. Ona acıyan arabacılar, akşamları atları yıkama işleri karşılığı yemek verdiler.

At, arka ayaklarını kırıp ön ayaklarını da iki yana açarak kendini kaldırım taşlarına teslim etti. Andre pes etmişti -belki de çok önce. Belini tutup doğruldu. Alnında boncuk boncuk ılık ter birikmiş. Cebinden -artık gri de değil simsiyah olmuş- bir beyaz mendil çıkarıp terini sildi, alnını ve avuç içlerini, sonra da buğulanan gözlüğünün kalın camlarını. Yüksek sesle homurdanmaya devam etti,
at da öyle..

17 Haziran 2002

sinek

Ben bir sineğim. Kara bir sinek-hem de dörtlü-mide bulandırıcı. Hiç bir işe yaramayan sinek dörtlüyüm. Beni destenin içinde karıştır.

Önce önüme-tüm asaletiyle-as karo düştü. Daha sonra bir kız, kırmızı. Bir papazı takip etti maça vale. Ama beni hiç biri farketmedi-edemezdi de zaten. Sinek dörtlüydüm ben. Hiç bir serinin başında ya da sonunda-şimdiye dek-yer almadım. Sözde sinek iki de benim gibi ama en az as kadar itibarı var-seri başı diye. Poker oynarken beni desteye bile katmazlar. Koz sinekse, insanlar beni ellerine aldıklarında üzülürler. Hiç kimsenin yüzünü güldüremedim. Dört kişi toplanır da masa başına, beklemez kimse dörtlüyü-sinek dörtlüyü.

Karayım, beyazla kırmızı arsında.
Dördüm, sıkışmış beşle üç ortasına.
Bedenim sinek.

Bilemedim ne yapacağımı-bilemezdim de zaten

Sinek dörtlüyüm ben..

23 Aralık 1999

sokak

Bu şehrin sokakları bana benzer biraz da

Apartmanların arasına sıkışıp kalmıştır. hep bir çıkış yolu arar kendine -bir sonraki sokağa bağlanır. Bu şehrin sokakları bana benzer biraz da

Çatlaktır.
Tenini gündüz güneş kavurur
Gecenin ayazı eksik olmaz
Dayanamaz -direnci kırılır biraz biraz
Çatlar.

Bu şehrin sokakları bana benzer biraz da
Üstünden koşuşturma eksik olmaz. Herkes bir telaş içinde
O dingin -sadece kendini dinlemede
Hisseder ayaklarından hepsinin kalbini
Bu şehrin sokakları bana benzer biraz da

Bir ağırlık var omuzlarında.
Biraz da kirli. Egzoz dumanlarına boğulmuş.
Hayalleri ise hep renkli.

Bu şehrin sokakları benzemez
Başka hiç bir sokağa

Bense biraz da bu şehrin sokaklarına benzerim
Uç uca eklenir bu şehri ........ terkederim


30 Haziran 2001

kalabalık

Ne kadar çok ‘evet’ var etrafımda. Hepsi yalan.
Bir tek seninki..
Ne kadar çok ‘seni seviyorum’ var etrafımda. Hepsi şüpheli.

Ne kadar çok ‘göz’ var etrafımda. Hepsinden sıkıldım.
Bir tek seninki..
Kıskacı kırılmış bir yengeç gibiyim. Kendimi koruyamam. Kabuğuma çekilmek istediğimde geç kaldığımı farkettim.
Farkettim kabuğumun olmadığını.
Farkettim ne kadar ‘çok’ var etrafımda.
Az olmayı başaransa senin ‘çok’ların..
Ne kadar çok ‘insan’ var. Nedir bu kalabalık? Neden bu kabalık?

Bir tek ‘sen’..

hikayeden

Bakışların farklı bugün. Bildiğim sen bakışı değil, içine dönmüş gözlerin. Çok konuşuyorsun, unutmak için, farketmemek ve farkettirmemek için çok konuşuyorsun. Konuşma! Hikayen gözlerinde gizlidir elbet.

Yan komşundan gelen bir flüt sesi, kuru bir yaprağın hikayesini anlatıyor.
Bahar gelince yorgun düşmüş ağacın dalları, yaprağı taşıyamamışlar. Bir sal oluvermiş nehrin üzerinde. Kıyılara çarpa çarpa yol almış da en sonunda kendini bir kıyıya bırakıvermiş. Karıncalar sarmış yaprağı. Altından girip üstünden çıkmışlar, yaprağın karnı, sırtı gıdıklanmış. En yaşlı karınca toplamış hepsini yaprağın üstüne. Onun da bir hikayesi var.Mavi bir yunusun hikayesini anlatmış onlara. Mavilikler içinde yüzen ve hiç farkedilmemiş olan mavi bir yunusmuş. Şimdi sen mavi yunusu farkettin.

Çevir gözlerini üstündeki maviliğe. Karıncayı gör. Yaprağı gör. Flütü duy.Yunusu gör. Mutlu ol. Bakışların dönmesin içine, umutlu ol. Gözlerin yine parlasın. Güneşe bak.

Onun da bir hikayesi vardır mutlak.

14 Ekim 2000

tutku

Simsiyah bir kabzayı bembeyaz bir el tutuyor. Silah ne kadar çirkinse el o kadar güzel. O buz gibi metal dayanamaz sıcacık ele. Mahkum olmuş, ne yapacağını bilemiyor. Emniyeti açtı usul usul.

Soğuk odada üç kişiydik: Ben, O, Silah...
Dar geliyor oda bize. İki kişilik bu oda. Namluyu doğrulttu bana. Gözlerine baktım -kin yok, nefret yok, hiçbir şey yok -yok yok.. tanımıyor beni. Silahın ne olduğunu anlamamış. Silah da hiç görmemiş bizi. Bense hiç karşılaşmamıştım silahla. Ama tanıyorum yıllardır O’nu. Sessizce bastı tetiğe. Bir sıcaklık kapladı vücudumu. Ilık kanı hissettim dilimde.
Çok soğuk oda -kulaklarım üşüyor. Kafamı kaldırdım gözlerine bakmak için -gitmişti.

İki kişiydik odada: silah ve ben. Silah da verince son nefesini, ben de çıktım odadan.

Bu gece bu odada üç cinayet işlendi;

bir tek ben öldüm..

17 Kasım 2009

kaybolmak

- Görevin nedir senin?
- Kaybolmak..

kaybolmak için gönderildim bu ormana. labirentimdir benim.. ağaçlar labirent duvarları, yolumu kesen. oyun oynamak istiyor dalların arasından kaçan güneş ışınları. oyun oynayacak vaktim yok, girmeyin gözümden içeri, halüsülasyonlarımla oyun oynamayın. geceyi -gündüzü şaşırsın da yıldızlar, gelsinler güneşin yerine. onlar şaşırttsın beni, dalların arasından bir görünüp bir kaybolarak. bilirim ki geçit vermez bu ormanın ağaçları, sincapları ise benden şaşkın. çoktan kaybolmuşlar. kaybolmaktı benim görevim.
senin sesindi derinlerden gelen: “Gel”. umut oldu bana yine, kaybetmişken kendimi. bir daha duymak için çok bekledim ama nafile. aksi bir yönden bir “Gel” daha, çok sonra. çabaladım “Gel”mek için, sincapları takip ettim, “Gel”emedim.
neden mi?

Kaybolmaktı benim görevim.

16 Aralık 1999

bez bebek

Beynimin sayfalarını çevirdim bugün. Binlerce anı arasına sıkışmış bir “an”ım takıldı gözüme. Tutup kenarından çektim.

Daha çok küçükken vermişti annem bana. Oyuncakların oynanmayacak kadar değerli olduğunu bilemeyecek bir yaştaydım. Arttırdığı kumaşlarla yaptı bez bebeği. Dikişlerimi elinde dikti. Düğmelerden göz yaptı bana. Delik delik bakan gözler. Kafama sarı yünden saçlar yapıştırdı. Kendi yastığından çıkardığı pamukla doldurdu içimi. Kalbi kadar sıcaktı içimi dolduran pamuk. Sonra bana gösterdi.

“sevdin mi?”

Nasıl mutlu olmuştum. Deliler gibi oynadım onunla, günlerce-bilemedim oynamamam gerektiğini. Dikişlerim patladı önce. Ben oynarken zevkle, farkedemedim pamuklarımın azar azar döküldüğünü.

Ben mutluydum-oynarken, annemin gözleri yaşlıydı-pamuklarımı toplarken.

Sonunda elimde bir çift düğme ve bir tutam sarı yünle kaplı bir bez kaldı. Usulca koydum “anı”mı beynimin kırışıklıkları arasına. Annem, seni çok özledim.

İçi boşalmış bir bez bebeğim ben. Pamuğun var mı?

03 Mar 2000

memleket

Memleket?
Akla ilk düşen isim: İstanbul ve takip edebilecek tek noktalama işareti soru işareti..
24 saat yaşayan kent yaşatmıyor senin ve benim gibi küçük insancıkları içinde.
Hatıralar mı eski, eskiler mi hatıra artık karar veremiyorum bu eski kentte.

Yerküre ateşten bir topken başlamış soğumaya. Ne bilsin tamamen soğuyamayacağını, derinlerde hala canlı bir ateş kalmış -için için yanan. Sığamadığı zaman kabuğuna yeri delip fışkıracak, canını yakacak, gözlerini acıtacak kadar sıcak.

Bu kenti yutacak kadar ateş..

27 Ağustos 2000

davetlisin

Olmuyor. Çünkü fazlasını gördüm ve artık olmuyor. Bana bir kere elini verdin mi tüm bedenini, ruhunu isterim. Kalbini açtın mı bir tek ben doldurmak isterim. Bencilim ben, paylaşamam, paylaşmam.

Güvenme bana, çünkü onlar güveniyor..
Sevme beni, çünkü onlar seviyor..
İnanma bana, çünkü onlar inanıyor..
Ben olma, ben sensin..
Sen olma, sen bensin..

İyi bir arkadaş, iyi bir dost, iyi bir sevgili, iyi bir insan olabilirsin onlar için. Ama benim için iyi “bir” olamadın, olamazsın. Ben de olamam. Ama aşk dersen, o başka, o zaman alır.

Umarım ben de bir gün rüya değil, gerçek olurum.

Masalıma gel, davetlisin.

24 Kasım 1999

su

- büyüyünce ne olacaksın oğlum?

- Doktor olacak babası!

- Hayır hanım, mühendis.

Olmayacağım annem, babam. Gönlümde yatan ne doktorluk ne de mühendislik. Su olacağım ben -iki kardeş hidrojeni bir arada tutan basit bir oksijen olacak gövdem.

Ben su olacağım

-ateşten temiz,

ateşten güçlü,

bir damla su...

10 Kasım 2002